Şiir Tutkusu

Menü

Ava Giden Avlanır

YAZARIN NOTU : Anı’mın uzun olduğunun farkındayım, her şeye rağmen bölmek istemedim. Bu nedenle sabrınızdan dolayı şimdiden teşekkür ediyorum sizlere.


2000 yılının son aylarıydı. Eskişehir İli’ne bağlı Beylikova İlçesinde Kaymakamlık Yazı İşleri Müdürlüğü’nde Veri Hazırlama ve Kontrol İşletmeni olarak görev yapıyordum.Herkesin evinde bilgisayar olmasa da, bilgisayar kullanımı daha yeni yeni yaygınlaşıyordu ve yeni bir iş kolu da böylece doğmuş oluyordu. Ortalık mantar gibi bilgisayar dükkanlarıyla doluydu. Bu işi bileni de, dürüstü de, hilesine hurdasına kaçanı da hemen bir bilgisayar dükkanı açıyor, çoluk çocuğunun nevalesini çıkartıyordu. Bir dikiş tutturamayıp, her işi deneyen ve son çare olarak kurtuluşu bilgisayar dükkanı açmakta bulan, bastırttıkları kartvizitlerine unvan olarak “bilgisayar teknisyeni” veya “işletme müdürü” olarak yazdıran hepsi olmasa da bazı uyanık ve üç kağıtçı ama sözde dürüst işletmeciler ve yanlarındaki çıraklarının tamamen insafına kalıyordu insan.

Peşine şu kadara veririz, taksit olursa şu kadar olur deyip, hemen ellerine hesap makinelerini alıyorlar, bir sarraf gibi, ince ince hesap yapıyorlardı. Dişimden tırnağımdan biriktirdiğim az da olsa dövizim vardı elimde. Param hazırdı. Peşin alacaktım bilgisayarı. Fakat bir tanıdığım yoktu. O sırada ilçede bulunan matbaacı Yaşar bir yıl önce dükkanına yeni bir bilgisayar almıştı.Sanıyordu ki, bilgisayar programı sayesinde işlerini geliştirecek ve piyasadan çok daha fazla iş alacaktı. Ancak işleri umduğu gibi gitmedi ve bir süre sonra dükkanına icra geldi. Birkaç parça malı ve tabi bu arada elindeki bilgisayarı da “yediemin”e verildi. O zamana kadar ne bu sözün anlamını ne de Yaşar’ın içinde bulunduğu bu durumu bilmiyordum.İşim olmamıştı ki benim yediemin’le.Sözlüğü açıp baktım, yediemin’in anlamına. Meğerse, “birden çok kişi arasında hukuki durumu çekişmeli olan bir malın, çekişme sonuçlanıncaya kadar emanet olarak bırakıldığı kimseye” deniyormuş.

Matbaacı Yaşar bana, “Murat ağabey, benim bir bilgisayarım var, geçen yıl almıştım. Ancak borçlarım var, ödeyemedim.Şu anda bilgisayar yediemin’de. Bilgisayar iyi, kaliteli, başkasına gitmesin, alırsan senin de işine yarar” dedi. Ben de birkaç yere haber salmıştım “Tanıdık bir bilgisayarcınız varsa, bana yardımcı olun da oradan alayım bilgisayarı.Kazık yemeyelim durduk yerde.”diyordum.

Hiç birimiz bilgisayar kasasının içinde hangi parçalar bulunur, rem nedir, ana kart nedir, işlemci nedir? Bilmiyoruz. Bilgisayar kasasının kazara fişi çıksa, “bozuldu kasa” diyerek panik yapıyor herkes. Biz de dahil. Kaymakamlıkta kullandığımız bilgisayar yeni alınmıştı. Bir tuşa basmaya korkuyorduk. Hele bir “del” tuşu vardı ki, kazara bassak, tüm bilgilerimiz silinir miydi? Hep bu endişe içindeydik. İlçede bir tane bile bilgisayar tamircisi yoktu ve en yakın tamirci ise 80 km. uzaklıktaki Eskişehir İli’ndeydi.

Malmüdürlüğü’nde vezne memuru olarak görev yapan arkadaşım Mehmet’e de söylemiştim bu isteğimi. O da biliyormuş matbaacı Yaşar’ın bilgisayarının yediemin’de olduğunu. “Ne yapayım Mehmet ağabey? Alayım mı bu bilgisayarı? Yediemin miymiş neymiş oradan alınacakmış günü gelince. Ne dersin?” diye sorduğumda, “Kaçırma Murat, bilgisayar iyi, al derim” dedi. İş yerindeki bilgisayarlarda ufacık bir sorun olsa vezneci Mehmet’i çağırırdık. O da bir profesör edasıyla işe müdahale eder, bozulan veya programdan dolayı çöken bilgisayarı ameliyat eder, bazen bildiğinden bazen de tesadüfen deneme yanılma yöntemiyle onarırdı. İlçede ne kadar onardığı bilgisayar varsa yarısı bir süre sonra tamamen bozulur ve bir çoğu da kullanılamaz hale gelirdi.

Birkaç gün sonra bir kaç yere imza atıp, paramı da peşin ödedikten sonra yediemin’den bilgisayarı aldım.İcra Müdürü arkadaşımdı.İmzayı atmadan önce beni uyarmış “Murat, sen bilirsin, alacaksan al ama, eğer şimdi almazsan, ikinci kereye kalırsa, bu kez değeri düşer, şu anda kriz de var, kimse bilgisayar almaz, ikinci ihaleyi bekle, yarı fiyatına bile alırsın bunu.” demişti. Ben işin o boyutunu düşünmemiştim.Ağlayanın malının gülene hayır etmeyeceğini biliyordum.Benden başka bilgisayarı alacak bir başka alıcı da çıkmamıştı.İstesem, birinci ihalede almaz, ikinci ihaleyi bekler ve değerinden aşağı bir fiyatla alırdım.Bu, hileli bir durum olurdu ki, kendime yakıştıramazdım. Daha önceden belirlenmiş fiyattan bilgisayarı satın aldım.Böylece matbaacı Yaşar’a iyilik yapmış oluyordum. Düşüncem şuydu : Şimdi bu bilgisayarı başka yerden de alırdım, hem de hiç kullanılmamışını.Böyle yapmakla birinci ihalede hileye başvurmadan bilgisayara gerçek değerini vermiş olacaktım. Sonuçta Yaşar’ın bir kaybı olmayacaktı ve borcunun bir kısmını da ödemiş olacaktı.

Bu bilgisayar daha sonra başıma ne işler açtı bir bilseniz. İkide bir bozuluyor ve ben soluğu Eskişehir’de alıyordum. Sonunda, içindeki parçaları yükseltmeye karar verdik. Karar verdik diyorum, çünkü vezneci Mehmet’in teşhisi bu yöndeydi. “Ağabey, hani bu bilgisayar kız gibiydi, bir sorun çıkarmayacaktı. İkide bir bozuluyor. Sıfırını alsam bundan iyiydi. Durmadan masraf yapıyorum.” dedim. Bana, bir bilgisayar uzmanı gibi, “ Teknoloji sürekli gelişiyor, şimdi bir bilgisayar alsan, 6 aya kadar yenisi çıkıyor. En iyisi içindeki sistemi yükseltmek.” dedi.

Aldım elime hantal kasayı, doğruca götürdüm Eskişehir’de bulunan meşhur Esnaf Sarayı’na. Güya tanıdıktı bilgisayarcı.Bir başka arkadaş devreye girmişti “İyi esnaftır, selamımı söyle sana yardımcı olur.” dedi. Bilgisayarcı ince ince hesap yaptı, “peşin olursa, şu kadar olur, vadeli olursa bu kadar olur.” dedi. Paramı peşin verdim. Bıraktım bilgisayarı oraya. Bir hafta sonra yenilenmiş olarak aldım. Parça garantisi vermişti ama kağıdı imzalayıp vermedi. “Muhasebecim hazırlayacak, şimdi hafta sonu. Bir ara adresinize gönderirim.” dedi.

Aradan 3 ay geçmedi, bilgisayar yine bozuldu. Yine yüklendim elime, doğru Esnaf Sarayı’na. Bir de ne göreyim, dükkanın yerinde yeller esiyor. Taşınmış, ortada yok adam. Soruyorum komşu esnaflara. “Nereye gitti bu adam? Nereye taşındı?“ dedim.”İşleri bozuldu, taşındı.” dediler.“Ulan aptal kafam benim, sana neydi de tanıdık esnafa gittin?” diyerek söyleniyorum kendi kendime. Sonunda bir esnaf adresini verdi. Elimde kilolarca ağırlıkta kasa, hadi bakalım yürü yürüyebilirsen. Buldum adamın yeni dükkanını.Bulmaz olsaydım, sanki kimse bulmasın diye en bulunmadık yere taşınmış adam. Yorgunluktan bittim. Kendisi dükkanda yokmuş o sırada. Babası olduğunu söyleyen kişiye durumu anlatıyorum. Telefon ediyor oğluna. Akşam üstü saat dörtte gelecekmiş dükkana, şimdi gelemezmiş. Saate baktım, öğleye geliyor saat. Mecburen turlayıp, Eskişehir’de vakit geçirdim. Akşam oldu, adam dükkanda beni bekliyor. Durumu anlattım tekrar. “Yapacak bir şey yok, bizim muhasebeci fatura kesmeyi unutmuş. Dükkanı da değiştirdik, karışıklık oldu. Bu parçaları aldığım yer Ankara’da falanca yer. Orası yardımcı olur.” dedi. ”Bari bana iki satırlık yazı ver de, ispat edeyim senden aldığımı bu parçaları.” dedim. Yazıyı aldım ve kapıdan öfkeyle çıkıp ilçenin yolunu tuttum.

Bu arada 21 Şubat 2001 ekonomik krizi patlak verdi. Elimde bulunan üç kuruş paranın değeri arttı. Ama ben yaklaşık 3-4 ay önce aldığım bilgisayarı şimdi alsaydım, çok ucuza mal olacaktı. Çünkü kriz öncesi 670 TL olan dolar 1.000 TL.’sını aşmış, ikiye katlamıştı. Hem oradaki zararım, hem de şimdi edeceğim masrafa en az 3 tane yeni bilgisayar alırdım.

Bir hafta sonra elimde bilgisayar kasası, doğruca Ankara’ya gittim.Günlerden Cumartesi. Elimde gazete kağıdına sarılmış bilgisayar kasası.İple de sıkı sıkıya bağladım ki, kopmasın. Sağlık Bakanlığı’nın önünden Bakanlıklara, oradan da Küçükesat’a gideceğim. Bir de ne göreyim, mahşer yeri gibi Kızılay’da bulunan Sağlık Bakanlığı’nın önü. Şans bu ya, piyango bana vurdu o gün. Meğerse sağlık çalışanlarının mitingi varmış. Her yer polis kaynıyordu. Elimde bilgisayar kasası, yürüyorum. Arada bir dinlenip, el değiştiriyorum. Polisin birisi durdurdu beni.İkincisi de peşinden geldi. Bir bana, bir de elimdeki pakete şüpheli gözlerle baktılar. Polislerle aramda şu konuşmalar geçti:

- Ne var bunun içinde?
- Bilgisayar kasası.
- Aç bakalım.

Çaresiz açıyorum. Bakıyorlar içine.

- Bomba falan olmasın.
- Yok ağabey, ne bombası? Bilgisayarım var da, bozuldu onu tamire getirdim.
- Nerden geliyorsun sen?
- Eskişehir’den.

Bakışı değişiyor. Şüphesi artıyor. Yanında bulunan ikinci polis memuru soruyor bu kez :

- Eskişehir’de bilgisayarcı yok mu? Suyu mu çıkmış Eskişehir’in?
- Vallahi ağabey, anlatsam inanmazsınız.
- Kısa kes.Anlat bakalım.
- Tamam ağabey, kısa kesip anlatacağım.

Bandı en başından alıp, anlatıyorum kısaca başımdan geçenleri.

- Nüfus cüzdanını ver.
- Tamam, burada.Vereyim.

Nüfus cüzdanıma bakıyor, bir de bana. Nüfusa kayıtlı olduğum yer ve doğum yerim “Ankara”. Dikkatini çekiyor.

- Burada “Ankara” yazıyor.
- Ankara’lıyım ağabey.
- Ne iş yapıyorsun?
- Memurum. Kaymakamlıkta memurum.İsterseniz kurum kimliğimi de vereyim.
- Ver bakalım.

Veriyorum. İnceliyor.

- Niye baştan söylemedin? Bak bir sürü zaman kaybettik senin yüzünden.
- Sormadınız ki ne iş yaptığımı. Suçlu değilim ben.
- İyi,,, çabuk buradan uzaklaş.

Hızla, yürüyebildiğim en çabuk adımlarla uzaklaştım oradan. Sonunda firmanın yerini buldum. Yetkiliye durumu anlatarak, elimdeki kağıdı uzattım.Yazıyı inceleyen adam : “Depo kayıtlarına bakmamız gerekir.” Dedi. “Bakın o halde” dedim. Adam bilgisayar kayıtlarına baktıktan sonra :

- Evet, parçalar bizden alınmış.

Sözünü kestim adamın.

- Gördüğünüz mü, bakın ben haklıyım.
- Ama…

Oldum olası bu “ama” kelimesinden nefret ederim.Hep olumsuzluk ve hayal kırıklığı yaratmıştır üzerimde. Adam, “ ama” dediyse, kesin olumsuz bir durum vardı, sezinlemiştim.

- Ama, bu durumu sizin bilgisayar parçalarını almış olduğunuz yer çözecek. Biz değil. Parçaları size biz satmadık ki, garantiyi biz verelim. Garantiyi size bu parçaları veren firma verecek. Elinizde garanti belgesi yok mu?
- Olsa, orada çözerdim. Muhasebecisi belge tanzim etmemiş, iş yerini kapatınca firma, karışıklık olmuş.
- Üzgünüz. Yapacak bir şey yok.

Çay, kahve ikram ettiler. Karnınız açsa yemek bile söyleyebiliriz dediler. Yemeği düşünen kim? Boşu boşuna gelmişim Ankara’ya. Bir de yolda suçlu muamelesine tabi tutulduğum yetmezmiş gibi. Öfkeyle ve de yorgunlukla tekrar Eskişehir’e döndüm.

Aradan yine bir hafta geçti. Başka bir bilgisayarcı buldum. Hiç olmazsa tanıdık değil. Parçaların yenisini alacağım. Dükkandan içeri girdim, selam verdikten sonra yetkili olanına dedim ki :

- Ben seni tanımam, sen beni tanımazsın. Tanımadığın da daha iyi.Bu bilgisayarın ana kartı, işlemcisi arızalı ve ayrıca da rem’ini yükselteceğim.

Kasanın içini açtı baktı, inceledi. Yeni takacağı parçaları belirledi ve ancak bir hafta sonra alabileceğimi söyledi. Gönül ferahlığı içinde oradan ayrıldım.

Bir hafta sonra paramı da cebime koyarak Eskişehir’e tekrar gittim. Eskişehir caddelerinde yürüyorum. Bu arada yolu da karıştırınca, kendimi bir anda eski garajların önünde buldum. Baktım karşı caddenin kaldırımında bir kalabalık var. Biraz soluklanayım, nedir ki bu kalabalık diye kendi kendime sorarak ilerledim. Bir adamın etrafında 8-10 kişi toplanmış, ellerinde saatler olan esmer olanı diyor ki :” Alın beyler, bedava bunlar, altın kaplama. Ben cebimdeki tüm paramı bu saatleri almak için verirdim. Param olsa da hepsini alsam.” Nasıl bir tongaya düştüğümü kestiremezdim. İçimden bir ses, “ Yürü Murat, git işine, 200 metre sonra bilgisayar dükkanında olacaksın.” diyor. Bir başka ses de diyor ki :” Dünya kadar zarar ettin bu bilgisayardan. Saat altınmış. Almasa bu adam almazdı.Hiç olmazsa zararını çıkar Murat” diyor. Ne bilirdim ki bu adamların şebeke olduğunu. Meğer, yabancı, saf, Türk parasını bilmez görünen ve anlaşılmaz bir lisanla bozuk bir Türkçe’yle konuşan saat satıcısı (!) işte bu düzenbaz şebekenin adamlarından birisiymiş. O sırada bir adam daha geldi yanımıza. Ben cüzdanıma elimi attım, tereddüt içindeyim, “ Alsam mı, almasam mı” diye. Meğer o adamlar, beni gözetliyorlarmış ve planlarının bir parçası da buymuş. Adam, yanıma gelerek, “Sen kararsızsın, alma istersen, hepsini ben alıyorum.” demez mi? Cebinden de bir tomar para çıkarıp, saatçiye vermek istemez mi? Tamam dedim içimden, gitti altın kaplama saatler. Diğer birinci adam ise, benden için o adama “Bu arkadaş senden önce geldi. Saatleri almak da onun hakkı.Satıldı saatler.” dedikten sonra bana dönerek, “ Hadi birader, ver saatçinin parasını, al saatleri, kaç liran var senin” dedikten sonra, ben masum masum 200 dolarım var deyip, bilgisayar tamiri için ayırdığım tüm paramı çıkardım. Yol paramdan başka param kalmadı. O an, gözümün önüne geldikçe, aptallığıma kızarım hala. Nasıl bir duyguydu, nasıl bir anda olup bitti her şey. Film gibi tabiri caizse. Elimden çekip paramı alan ve güya saatçiye verecek olan o birinci adam, “ Hayırlı olsun, saatler senin.” dedikten sonra “ Endişe etme, şimdi gider satarız bunları kuyumcuda” demez mi? Bir anda herkes dağıldı. Orada bulunan en az 15 kişinin 8’i kendi adamlarıymış. Nerden bilebilirdim ki? Saatlerin yarısı elimde, yarısı yerde. Yabancı sandığım adam, bir anda ayağa kalkıp son sürat koşmaya başladı. Nereye bakacağımı şaşırdım. Herkes bir yerlere kaçışıyor. Benim gibi müşteri olan kişiler ise, ne olduğunu anlayamadılar ve ben onlara dönerek “ Nereye gitti bu satıcı? Neden herkes bir anda kaçıştı? diyorum. O birinci adam da yok ortada. Elimde bilgisayar kasası ve 20 kadar saatle ortada kaldım. Şaşkınlık içindeydim. Niyetim,sözde o altın kaplama saatleri alıp kara geçmek ve bilgisayar için harcadığım paramı kurtarmak içindi.

Şaşkın şaşkın bir elimde bilgisayar kasası, doğruca bilgisayarcıya gittim. Çocuk daha kapıdan beni görür görmez “ Ne oldu ağabey? Nedir bu telaşın? Bir şey mi oldu, hasta mısın? “ dedi. Dedim ki, “ Önce bana bir sigara ver. Sonra da çay söyle. Sana anlatacağım neler olduğunu.“ Bir solukta anlattım başımdan geçenleri. Elimdeki saatleri inceledikten sonra “ Ağabey,bu saatlerin hiç birisi altın değil. Değeri de çok ucuz. Onlar şebeke, sadece sen düşmedin ağlarına. Zaman zaman gelirler bu civarlarda bunu hep yaparlar. Dua et, canına bir şey olmamış.Buna da şükret” dedikten sonra, vakit kaybetmeden Emniyet’e gitmemi söyledi. Ne diyecektim Emniyet’e? Sonra memurdum, demezler miydi bana “Bu kadar saati ne yapacaksın?” diye. Moralim sıfırlanmış vaziyette çaresiz eve döndüm.Yaşadığım bu olayları Kaymakam Bey’e anlattım. Üzüldü halime. “İstersen Emniyet Müdürlüğünü arayayım, eşkallerini tarif edersen bulurlar belki” dedi. Kaymakam Bey’e, “Bunu yaparsam, bana sormazlar mı, bu kadar çok saati ne yapacaksın? demezler mi efendim ” dedim. Beni dinledikten sonra, moral vererek, “geçmiş olsun” dedi.

Aradan yıllar geçti… Ben yaşadığım bu olayı asla unutmadım. Öyle bir ders oldu ki bana, bir daha seyyar satıcılardan hep uzak durdum.Bir kavgaya tanım olsam, bakmıyorum bile kim kavga ediyor, neden ediyor? diye.


Saatlere gelince : Zararımın üçte birini çıkardım. Elimde kalan saatlerin çoğunu da tanıdıklarıma ve arkadaşlarıma hediye ettim.

Siz siz olunuz, benim düştüğüm bu komik duruma asla düşmeyiniz.Bu yaşadığım olaylar beni filozof yapmasa da, tecrübe kazandırdı. Ne demişler : “Bir musibet, bin nasihatten evladır.”

Yaşadığım bu acı tecrübeden geriye kulağımda küpe olarak kalan bir söz daha var : “Ava giden avlanır.”


Selam ve saygılarımla.



Vecdi Murat SOYDAN
28 Kasım 2011-Isparta
Vecdi Murat SOYDAN474 şiiri bulunuyor
Paylaşabilirsiniz:
2.5/5 Toplam verilen oy :
Ekleyen Kullanıcı : Vecdi Murat Soydan