Şiir Tutkusu

Menü

Hayatı Karalanmış Seyir Defteri 4

Tanım yolları tıkantısız ve kılcal kökenleri nice kendini tutuklayan abuk subuk kir yükü engelleyenlenrinden özenle ayıklanıp arındırılmış bir dil; kendini besleyen sağlıklı kanallardan da içeriğini hayatı bire bir ilişkileyen değerlerle donandıkca, asıl meramı anlamak ve anlaşılmak olan ifadesinde kimsenin koltuk deynekliğine çömezlenmeden, özgür; izahı sürç-i lisansız, akışkanlığı etkin, takıntısız, saplantısız ve dağarcığı hayatı üreten süreklilerce zengin olacaktır....
"Esince samyelleri dil yarelenir" diyen öksüz üryan sazlardan, "Koyun kurt ile gezerdi, fikir başka bakolmasa" diyenlerle teli mızrabı söze getirip.. " Seniz dünya malı neylem, ki, gayet şirin gelir dillerin dostum..Dostum.." hallerinden gönülde nesi varsa, söyleyişinde özü sözü bir olan dil...
Hani Profosöre sormuşlar " Tesadüflere inanır mısınız ? " diye. O da, " Elbette inanırım yoksa rakiplerimin başarısını nasıl açıklardım" gibi karşılık vermiş ya..
Ona benzer aklı kimbilir hangi külhani ayak sürçmelerinde gezerken zil-zerhoş yolda buldukları albenisi cafcafalı bir aynanın cam yüzüne ikisinden biri olan kadın bakıp :
_ " Aaaaaaamaninnnoşcuk ..! Kız bu yüz bana hiç de yabancı gelmiyor ayol..!" çığlığına bu sefer öteki kafadarı aynayı çığlığı basanın elinden çekip alarak :
_" Seni aptal şey. Tabi ki tanıyacaksın kız bebişkom..! Bu benim ayol..! "....(!!! )
....yani hem alt yazısız ve hem resimsiz bir durumdur afal olan şey. Üstüne de tek laf edilmesi bile zül-zillet yerine kifayetsize sayılır.
Eğer siz buna fıkra diyip geçerseniz, bütün kopan rürültü kirlilikleri arasında kızılca kıyametlere uğrayan birbirini anlamaz dinlememezliğimizin şu anki kendini boğarcasına çıkardığı horultu hırıltıları ne ?
Hayatı tertemiz alınteri emeklerinden üretip, her kimin o birlikte kotarılmış değerleri nice ve ne gibi hakkı olanıyla her bir fertbaşı insanına pırıl pırıl yüze gülesi yaşamlar payınca reva görerek...
Kendini kral-tanrı-kral ilan etmeden ve günün birinde, önü alınamaz dipten dibe çürüşmeler sonucu olanca ihtişamıyla tacı tahtı hiç ama hiç kaçarı yoktan altından kalkılamaz moloz yığını olarak kıyamet kıyamet kopup başıyla beraber devrilecek olan cehennem mahşerisini hergün omzunda asılı sorumluluklarını dengeleyen ırzı namusu değerlisi bilerek...
Veya bilmeyerek....Hiç umurunda bile olmayarak... ihtirası ve ihtişamı peşinde koşan profosörleri boynundan bağlı zincirlerle sürüklercesine önüne oltalık koklatması kırıntılarla avlayıp, günün her kuşağında eğitim düzeyi sıfırı bile bulmayanların matrakgeçer eğlencesi kılan birer birer her kişiden..aileye; mahalleye,.vilayete...
En nihayetinde topyekin topluma eziyet eziyet malolmuş herbir levhalandığı antik dükkancısı gibisine çöpten adamlaşmış, taştan beşikleşiip bebekleşmiş, mukavvadan ev-bark-bağ ve bahçeleşmiş, hangi dili konuşursa konuşsun öylesi maskot...önü arkası ya cinnettir veya cinayet...
İnsanı üstü başı en cici bicilerle donatılmış camarkası mankenleşme yamalılılığından veya meydan ortası çırılçıplak heykel kör-kütüklülüğünden kurtaran söze-sebata gelmek; esasında kimseye özel ayrıcalığı olmayan yaşam zembereklerinin çeviren çarklarından üğünen kendi payına düşenlerle, zamanı birlikte yolculuk etmenin bizzat kendisidir. İnsanın o öznede duruşunu, davranışını, görüşünü, niyetini...kısacası kendini tarifi üzere yaşatan, yazılan, okunan, konuşulan şeydir gönülden heveslenip dilde söyleten.
Mademki dil yazılandan okunandır da, oraya şöyle bir dem mumdan ışık tutacak olursak ...
İki dilli rüyalar görüp "Aşk" ın çok bulanıklarda çalkanıp ısıtılmış tarifini bulmaya çalışan günün dönüştürüp değiştirme kodlamalarıyla yüklü, gününü bir istanbul karmakarışığı Mevleviyesi gibi farklı dünyalar kozmopolitiği ayaklarından dolaşıp; hep güneşin uzak yerlerinden şah-mat, hep acılı, hep sancılı, hep 'Kırık Testi'leré ilhamlısı çağın getirdiklerine insanı kullandığı eşyalarıyla birlikte modelleyen ve insanına ayaküstü öylesine uğrayıp binbir pasif yüklemlisi soyutluklarla bi çeşit modern kılık kıyafet ECRİN VARSA TEK ÇARESİ SONSUZ SABIRDIR umursamazlııklatrıyla dop-dolu ve dokunduğu ve kendini okutmaya çalıştığı her yoksunluğa halçaresizleyen popül...
Sanırım onun birincil baş bayilerinden biriydi ki....
Elif Şafak - Adalet Ağaoğlu kapışması yaşandı.
Adına 'Siyah Süt ' denilen bu kapışma, her ne kadar toplumun anahtar deliği gözetleme tutsaklığı ve kapı arkası dinleme dedi- koducusu meraklılığını çok iyi bilen ve sürekli çalıştığı şu günümüzün çarpık düzen bozumlarının sponsoru durumunda olan basın-yayın dairelerinde, milletin huyu-suyu bundan götürüyor diye iç gıcıklayıcı yazılara kalem batırıp daim Dubai tatilliğini yurda günü gününe naklen yayın eden Ayşe Arman ' ın arayı düzeltme çabası yetersiz kaldıysa da..
Bahsi geçen süt ekşidikce ekşidi...çünkü ordan taşan dayanılmaz kokular, zaten kendi reklam bulaşıklanan alım satımlılığın çantada keklik piyonu durumuna hapislenen toplumun günlerce memleket meselesi niyetine züğürt geçimlik dalgası oldu.
Özetle Elif Şafak..."düzgün kek..düp-düzgün kurrabiye ve çay ' cı " diye 'Ti'ye aldığı Ağaoğlu'na adeta " senin modan çoktan geçti şekerim...şimdi ben varım sefam olsun oh oh.. " demeye vardırdığı karşılıklı hava basma salvosunda bir cümle var ki
...Adalet Oğlu'nun Şafak'a çay kurrabiyelerle birlikte yutulup sindirilsin diye ilettiği azap-gazap bir cümle...
" Halim'in şu günlerde müşterisi pek arttı. ( Halim, Ağaoğlu'nun bazan röportajlar sırasında Ağaoğlu adına öven kocasıymış)...Buzdolabını açıyorsun ne istersen var. Çekmeceler dolaplar istemediğin kadar dolu ve çorapları yıkanmış ütülü. Kim olursa olsun bunu sağlayan her kadına, hangi koca olursa olsun istediği adamla yatmasına bile izin verir. (????!!!!) " ...acaiplerinden kaya kütürdetir gibi dinamit dinamit deşmiş devirmiş ve demiş komuş bir cümle...
Vay be ... Vay be...Vay beee... Vay ki ne vay...! Ya insanlık ölmüş de ağlayanı yok...Veya Türkiye dünyada örneğine hiç rastlanmayan midesi geniş ve alnı her kiri götüren bitkisel bir çağa zıplamış...
Vay be...Vay be Vay...!
Bunun adına insan bedeni kafalayıp, nutkunu viran keşmekeşliklere sırf kendini tanrı-tanrıça modunda bayraklaştırma forsuna kapışmalarla yazdığı mürekkebi yaşanan sokakların boyasını hiç tutmayan edepsizlikleri edebiyat diyenden başka hiçbir kabulü ve makbülü olmayan otamatik çapraz ateşlere tetik düşürümcüsü yazar pop-üleye vay be...!
Sanırım bu sahada, yani roman, öykü, deneme..gibiler sahasında bölgesinde nice çevrilen entrikalar için kullanımı uygundura seçilen sıçrama tramplenliği ve doldur-boşatl istasyonluğu konumdaki Türkiye ve Türk insanının ruhen ve bedenen değiştirilip dönüştürülmesine katkı sunum paydilimince kim, nerde, ne kadar lazımsa o buyut ve ebatta hem meşrulaşltırılıp, hem meşhurlaştırılarak ( Orhan Pamuk ve giller serisinden ) iskambil kartı çekip duruyor.... şansa kadere kısmet diyenlik.
"Hak ve adalet yoksa, herşey orda ters gitmeye mahkumdur. ( Hani yine günün modasına uyar ağızla, yani doğru olanın içini günün düzensiz çarkına devredenle boşaltarak) " diyor mesela üç- beş hafta öncesi devletin Te-Re-Te' sinde en son yazdığı kitabı tanıtmaya konuk olup söz hakkı alan Ayşe Kulin.
Hem de öyle bir övüyor durumu ki, duyan kendini bilmediği başka bir alemde sanır..." Özaldan sonra herşey iyinin iyisi oldu. Yazdıklarımız dizilerde oynuyor. Evvel yazarlar zar-zor geçinemezdi bile.Şimdi az okunuyor belki ama çok yazılıyor ve bugün yazı yazmaktan geçimini sağlayan bir avuç da olsa geçinen insanlar durumundayız şükür." Diyor Kulin Ayşe.
Yani kelimeleri bile yan yana getirsen..'Hak'...'Özal'...'Çok yazılan az okunan'...Kafi be...Anlayana..Durumdan az çok haberdar olana....Hırlıyı hırsızı huysuzu arsızı iyi kötü bilene durum ne gülünç ve sırıtkandır ..Üçbeş kelimeyi yan yana getirsen okuyup işi kısadan kesmeye yeterince kafidir...
Yalnızca kendi çıkar penceresinden kral çıplak diyemeyen ve bu şarampollük uçurumsallık kendi dünyasında gömülü hat üzeri kalem bozan karmaşıklığı hepten çözümsüz; boğuşma-çekişme ve kargaşalılıktan halleri biçare olan yoksulluğu iyce dilsizliğe dillendirmenin getire getire kime neyi okutmaya çalıştığına fazlasıyla kafidir..Çok lafa gerek duymadan edepli edepsiz romancılığın şu halli her vurduğu yerden parça koparıp bğunuk sesler çıkarttıran ve adını her boyanın önünden bulaşaran Aşk ve Meşk koyan vaziyetiyle, kütüklemesine kör kuytulardan taze taze fırınlanmış dumanı üstünde acı, zulum, tabanca ve tetikleri bol dizilere uydur kaydır yetiştirmeye çalışa çabalaya... seri üretimli eşbenzeşik şirketçilikle oynaş-güleşlik etmektedir.

Gelelim Şiire...

"Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak" ....böyle diyordu ve bu "Ağlayarak " kelime vurgusuyla özetleşen cümleleri dönderip dolandırıp aynı devriklere mızraklıyordu Merdiven şiirinde Ahmet Haşim değil mi ?
Hep ağladık zaten...Ahmet Haşimden önce de..Haşimden sonra da..
Altında yanar ateşler galyası dipsiz ateş kuyularına atılmışca, bitmez dert, tükenmez eza,katlanılması zorun zoru çilelerle...
Üstte koptu kopacak ip ince iplerin sen cambazısın düşsen devrilsen de sana birşey olmaz diyen insan eliyle yazılı kapkara yazgıların en belirgin, en kolayca ve hemen bulunabilen özneleri olarak...Asvaltta, evde, damda, camda, merdiven altında ..üstünde merdivenin..Eziyetten başkası reva görülmeyen sürüm sürüm sürünmelerde hep yanımız yıkıldı, belimiz büküldü, elden ayaktan tutarsız kör ve kötürüm..hep ağladık hep...( Hatta Atilla ilhan..İstanbulda bıçakladığı bir geminin bile oturmuş gözyaşlarına sayaçlık etmiş.Bu ağlamak denen şeyi o denli iş edinmişiz sizin anlayacağınız)
Şöyle bir baktım da...Bize bütün taşınmaz çürüklerini salgın bir veba gibi dopolayıp bocalayan istisnası tek tük sapmakla bütün şairler bir şekilde hangi devirde yaşarlarsa yaşasınlar devletin orta ve üst kademelerinde makam sahibi olmuşlar.Yani şikayet ettikleri hayatta bizzat vazife üstlenmişler.
Kimi Memur, kimi amir ... vali, öğretmen, müfettiş, bankacı, dil ve kültür dairecisi, ticaret ilimcisi, komutan, vekil, hakim, savcı,.....Ne ararsan bulunurdan bütün geçmiş zamanlarımızı ve halende şu zaman... hem yönlendirmiş, hem de yönetmiş...(Bedenen ve ruhen şu güne şu gün neniz varsa onların ürünüdür )
Aruzcular, vezinciler, serbest vezinciler, yedi meşaleciler, garipçiler, birinci yeniciler, ikinci yeniciler...diye züğürdün çenesi zenginin öğüttüğü avuntularla oyalanır demeye varan o çok taraf ve taraftar olma kalıplılaşmaklarımızla tam kısır ve kurak hayatların eğlenceliği tam bizlik; ait olduğu guruplar ayakbağından kendi yolunu bulmaya çalışan üstün körülükte ha diyip, hooo ha diyip......
Bilinir ki, 'Sınırsız ve sınıfsız toplum ' hayalcisi Nazım Hikmet' le bu tıkantının bir kolu, ekonomi okumaya gittiği Rusya'da tarz, tür ve şekil etkisinden kurtulamadığı Rus şairciliğini memlekete uyarlamakla ömrünü yedi tüketti.
Ki, zaman zaman aynı tür ve şekle yakınlığını ne kadar saklasa da her halinden kendini ele veren felsefe okusun diye devletce yurtdışına gönderilen ' Turan ' hayalcisi Necip Fazıl' sa açıktan Fransız düş ve düşün dünyasında ne varsa onun adeta tercümanlığına soyundu.

Öyle ki..'Açların Gözbebekler' in de Nazım...:

Değil birkaç / Değil beş on / Otuz milyon /Aç /Bizim !/ Onlar/ bizim ! / Biz / onların ! /Dağlar denizin ! / Deniz dalgaların / Değil bir kaç / Değil beş on / Otuz milyon "...... dizelerinde şıkır şıkır üstü parlak laflar yaldızlarken...

"Bağır, / bağır / bağırıyorum / Koşun / Kurşun / Erit- / -meğe çağırıyorum" ( Bu yazı tekniğine Rus şairinden hayran kalarak ömrünü yolunda harcadığı)................ardı arkası belirsizliklerle dolu düş kuruntularına dünyayı tellal ederken...

"Ben alacakaranlığında son sabahımın / Dostlarımı ve seni göreceğim / Ve yalınız.." ...diyen sözü sona erdiren bitişlerle de ne kurşun eritmektedir bağıra çağıra gelin cemi- cemaat hep bir olup kurtulalım diyen tellalden, ne açlardan tek sayı ve yahut tek satır laf fiilan fişman milyondan. Sadece mapusane makamı dolaylarından ya ağlasın veya ağlatsınlarla bezeli derbeder ağızlı arabesk.....Onun yanında kadın adlı yufka yürekliliğe kendi karanlığına dörtduvarlayıp ortakçılık eden adrestir lafın sonu.

" Çınarlarında kolan vurdum, hapisanelerinde yattım / Hiçbirşey gideremez sıkıntımı / Memleketin şarkıları ve tütünü gibi"..... dizelerini yoğurduğu 'Memleketimi seviyorum ' adlı şiirindeyse, kavunu, karpuzu, Ulukışla'yı, İzmir' i bir bir saymakla ne güzel gibisine yer tayin edip, sonra yarı aç - yarı tok esirdir buralar diye ekte not düşüp..
Ve ilerde bu esirliğin iyi ve güzelden ne varsa haydi haydi kabulleneceğini peşin peşin hayalperen
Saçıp savurarak geleceğe fetva verirken, aslında pekala duruma göre vaziyet alıp şekilden şekile girebilecek olan hiç tanımadığı insanını ve hayatın çırılçıplak gerçeğini körü körüne ıskalamıştır Hikmet Nazım ..
Hele de bugüne kıyasla o günlerde daha koyu hiçbir feodal köktenci bağıntısını çözememiş; ve bugüne kıyasla daha az borca harca bağlantısız, daha az evsiz- barksız, işsiz -aşşızlarıyla karmakarışık görünümlü bir ülke Türkiye' nin, o kafa karışıklığında sosyal söylemli cennet vaadinde kimin ve nasıl bulunacağına tahammülü olmayacağını aklının ucundan dahi geçiremeyen Moskova büyülenmişliğine tutkun Nazım...Keşke mümkünü olsa da görseydi ne dünya alakasızı zindan bir yermiş, o aydınlık sandığı hayal güdümündeki dipsiz karanlık...Ki, görünürde değil iyi ve güzelden eser... olanından külçe koparıp kan kusuyor insan denen şu günler harcanmalıklısı ziyan zibillik....
...sonra 'Bir Ceza Evinde Tecritteki Adamın Mektupları ' başlıklı boool bol mapusluk hapislik ve ona dair hayatı karartılmışlar peşisinden süreklenip hucum hucum geleceklere özenle ışıldaklı cıngırdaklı işlenmiş romantikte Hikmet...:
"Senin adını / Kol saatimin kayışına tırnağımla kazıdım / Malum ya, bulunduğum yerde / Ne sapı sedefli bir çakı var
......
Hem ne dersin, / Şarkı söylüyorum karıcığım / Hem ne dersin / O berbat ayarsız sesim / Öyle dokunuyor ki içime / Yüreğim parçalanıyor
...........
Saat beş karıcığım / Dışarda susuzluğu acaip fısıltısı toprak damı.......
Ve sonsuzluğun ortasında kımıldamadan duran / Bir sakat ve sıska atıyla / Yani kederden çıldırtmak için içerdeki adamı /Dışarda bütün ustalığı bütün takım taklavatıyla / Ağaçsız boşluğa kıpkızıl / inmekte bir bozkır akşamı..
........
Dışarda bahar geldi karıcığım bahar / Dışarda bozkırın üstünde birdenbire/ Taze toprak kokusu, kuş sesleri ve saire
........
İşte içerde baharın en kötü saati budur asıl
....
Sonra saygıyla toprağa oturdum / Dayandım sırtımı duvara / BU ANDA NE DÜŞMEK / DALGALARA / BU ANDA NE KAVGA, NE HÜRRİYET NE KARIM / TOPRAK GÜNEŞ ve BEN / BAHTİYARIM..." .....diyen dizelerinde, çok yaman düşsün diye parlata parlata her bir sözcüğün üstünde ilikleri sıkılmadık yağ bırakmayan ve özetle beli bıçaksız gezmeyen bir haramiliği (Bugünün gözü ve gönlü ille mapuslara dikili tam formatını bulmuş vadilerini kurt - çakal basan sokakların aşayiş bozuğu insan bıçkınlığına örnek teşkilli) hapisaneye niye düştüğünün cevabını kendinde adres ardes şaşırmış olup, olgunlaşmamış kişilik, dengesi bozuk binbir çelişkisiyle şık şiir yazmak işini sadece şık laflaşmalar grevezeliğine hassaslayan ' Bir Ceza Evinde Tecrittek Adamın Mektupları' diye diye yerle bir olmuş Nazım...Başka Bir Ceza Evi Şiirinde ' Hapiste Yatacak Olanlara Öğütler' sıralıyor...
Yine Hapiste Piraye' sine " Ne güzel seni hatırlamak / Yazmak/ Hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek
.......
İlk göz göze geldiğimiz elbiseni çıkar sandıktan / Giyin kuşan / Benze bahar ağaçlarına / Hapisten / Mektubun içinde yolladığım karanfili tak saçlarına...." ....diyen dizelerle de mapusane dışındaki hayatı içerden kollayıp kuşatmalarla hükmüne alıyor. ( ki neredeyse cümlesi cümlesine ilerde aynı şık ve süslü laflarla Ümit Yaşar Oğuzcan aynı mahkumluk ve mahmurluk esiresine ne yap, ne yap, ama ' Beni -sakın ha sakın - Unutma ' diyecektir)
Nazım..."Türk Köylüsü " şiirinde " Topraktan öğrenip kitapsız bilensin " lerle göklere çıkardığı insanı, "Dünyanın En Tuhaf Mahluğu" nda da " Açsak, alkan içindeysek, üzüm şarabı gibi eziliyorsak, ölüm de zulumde senin sayendedir be kardeşim" diyerek yerden yere çalıyor
..."Ölürken bile zeytin ağacı dikeceksin...../ Bu dünya soğuyacak bir gün/ Hatta bir buz yığını gibi/ Yahut ölü bir bulut gibi değil / Boş bir ceviz gibi yuvarlanacak/ Zifiri karanlıklara uçsuz bucaksız/ Şimdiden çekilecek acısı bunun " ...diyen 'Yaşamaya Dair ' dizeleriyle birbirini alaşağı eden mantık dengeszliğinde dediği dediğini tutmayan, ne ölü ne sağ..ne hayatı yüceltir tam, ne tümden vazgeçer darmaduman ve kör kamaşık Nazım.. .......
"Yarısı burdayken kalbimin / Yarısı çindedir doktor/ Sarı nehre akan ordunun içindedir /..." ........satırlarından 'Angina Pektoris' i dizelediği ( Ki ilerde ikinci yenici Ece Ayhan..."Ben hiç oralarda bulunmadım hüüüü " diyerek işi gırgıra alacaktır ) uçtu uçtulukta bir türlü kendini bulamamış ama gel gör ki, kendinden haberi olmayan yarım yamalıklığıyla dünya dengesizliğini düzeltmeye çalışan ağır politize dramatiğiyle Nazım..
Esiyor..yağıyor..dönüyor..ve tüm bir ömrünü sürekli yaşamın çok boyutluluğunu ve duruma göre hal takınan insan oynaklığını gözardı ederek akmaz kokmaz sonsuz beyazlık giysileri içinde tüllere bürünmüş etsiz, cansız, ömrğü sonsuz soyutlukta yeryüzünde emsaline rastlanmamış bir modele kefil olup, kafadan olmaycak elbiseler giydiriyor..o hayal ürünü şeye vazifeler sunuyor...İdealizm diye yuhaladığı cennetler vaadediyor kafadan..(Hem tepeden tırnağa çelişkili hem de civatasını sapasağlam disiplinlerle adamakıllı sıkınca ölmez yitmez salt ve doğmatik bir insan ..artık varın siz anlayın nasıl birşeyse o)
Onun içindir sanırım ömrünün sonuna doğru...Bütün işi bize ait olmayan bir dünyayı aslında hepten ıskaladığı Türk insanına kanalize etmekle ömrünü yoran..Özgürlük, kardeşlik, barış, sevgi, sömürüsüz dünya gibi nice insani değerleri Türkiye ölçekli perişanlara kıstaslarken...Dosteyevski, Tolstoy, Puşkin, Gorki 'lerin sokaklarından oluk oluk zalım-zulum ve sefillik akan Rus-sovyetinde sanki çeyrek asırlık bir zamanda sihirbaz değneğiyle herşey güllük gülistanlık olmuş gibi Nazım'ın sözümona özgürlüğe yumulu gözleriyle göremeyip..birden bire bıçak kesmişcesine cennetlik sanıp, üstüne tek laf etmeyen hak ve adalet savaşcısı Nazım... ana caddelerinden Moskovayı güzel kadın ve melek yüzlü Vera' diye ille ve illa bize nakleden...
Ve Prag- Berlin seyehati sırasında baktığı bir tren camıından ağacı, toprağı, yolu, çiçeği, yağmuru, gökyüzünü, giden günü, batan güneşi, ayı, gelen akşamı....ömrünün sonuna doğru ancak keşfedip farkına varan Nazım... Şiirin sonuna doğru ne kavga, ne özgürlük...hiiiiç.. mi hiç... hiççççç..yorgun..bezgin...daha ziyade merasim ve cenaze gibi yopyorgun...
"Yoruldun ağırlığımı taşımaktan / Ellerimden yoruldun / Gözlerimden gölgemden / Sözlerim yangınlardı / Kuyulardı sözlerim / Bir gün gelecek ansızın gelecek birgün / Ayak izlerimin ağırlığını duyacaksın içinde / Uzaklaşan ayak izlerim / Ve hepsinden dayanılmazı bu ağırlık olacak (Ölürsem kabrime gelme itemeeeeem gibi neredeyse hayata küskün, yoğa yıpranmış ve yopyorgun)
Evet Kısaca haladır söze sohbete dair adeta yarı-tanrılaştırılan şu berbat ve bitiklerimizin lokomotif başından biri olan Hikmet Nazım böyle....Ya Necip Fazıl..?
O da dedik ya, Nazım'ın Rus ekolünden ettiği tercumanlıkla sonradan müridi durumunda peşinin sıcak iz takipcisi nicelerine aynı yolu ezberlettiğiyle Nazım'a paralel olarak...
Biri Sosyalizm, biri (kibar tarifiyle Serbest Piyasa ) Kapitalizm sallantılı stun direklerinde kendilerini beslenip, bezenip, özentileştirdiği kaynaklara yine kahır, yine keder, yine ölüm, yine ham hayal ve niceleriyle...Necip Fazıl da Fransayı türkçeleştirip memlekete taşımıştır; sonraki geleceklere kendini kalıplayan Nazım benzeri.
' Üç Atlı ' şiirinde adı ilerde Turan düşlerine dönüşecek olan tohumlar serpiştiren " Sıra dağlar inliyor / Kalbi diye dinliyor / Çelik nal seslerini....Sürün atlılar, sürün / Beni alıp götürün /...."
' Keder ' şiirinde :
" Keder saçlarıma ak / Yüzüme çizgi serdi / Ruhumu çırılçıplak / Soyup çarmıha gerdi "...acılarıyla kıvranan satırlara dertli mi dertli ...gamlı mı gamlı..yaslı mı yaslı... ve daha sayısız per perişanları nakış nakış işleyip Necip,
" Bekleyen " şiiriyle tam bir felaket, figan, intizar..:
"Göğsümden havaya kattığım zehir / Solduracak bir gül gibi ömrünü /kaçıp dolaşsan da sen şehir şehir / Bana kalacaksın yine son günü .....Ölürsün kapanır yollar geriye / Ben mezarla sırdaş olur beklerim / varılmaz hayale işaret diye /toprağına bir taş olur beklerim / ".... ....satırlarıyla hani ' ya benimsin, ya da mezarın ' kafa bulanıklığına çığır aça aça tüm zamanlarımızı ve bütün nesilleri eleme boğup, acılara teslim alan ...
'Tabut', 'Ölüler', 'Ölünün Odası ' , 'Yolculuk '.......gibi ardı arkası kesilmedik benzerlerinde işin daha da derinlerine inen; ve hep ölüm; hep keder, hep kahırlardan bin kahırı tozu dumana katıp karıştıran Necip Fazıl..
"Bütün kış geceleri duyduğum laflarla / Çıplak bir kadın gibi, beyaz çarşaflarıyla / Beni uyutmak için yatağım esneyecek.....Son kampana çalacak ve son düdük ötecek / Mesafeler bir nokta halinde küçültecek / Külrengi istasyonda mendil sallayan beni.." ........aynı uygun yalpır yalpırdak adımlarla bezginliğini hayatın her duyumsayan yerine sıvadığı bitkinlikler etrafında kendi kendini sarıp sarmallayan çıkışsızlığın kısır ve kesatına yenilerini gıcırlayan Kısakürek Fazıl..'
Mesela ' Kaldırımlar ' gibi ..:
" Kaldırımlar, ıstırap çekenlerin annesi / Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır / Aman sabah olmasın bu karanlık sokakta / bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum....Bana düşmez can vermek yumuşak bir kucakta / Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum / Tak tak ayak sesimi aç köpekler işitsin /Yolumda bir tak olsun zulmetten taş kemerler ".... ...her basamağı yıkık virane eşiği mısralara sıralanmış kimi yazdıklarını ilerleyen daha bir politize olduğu yıllarda önemle ve üstüne basa basa kendinin nasıl böyle küçük ve kifayetsiz şeyler yazmış olabileceğinin sorgulamasını başkası yerine kendi yapan Kısakürek, hayatının sonuna kadar da aslında kendisiyle ve hayata izdüşümleriyle varacağı yere en insani haliyle varamamış, uçtu uçtuların sonsuz çalkantıları içinde tutunacak sağlam dallar arayan kayıplar içindedir.
Hasılı, düşünde gördüğü zehirli deniz ortasındaki ' Kızıl Elma ' dan boy boy soy veren gidip getirmesi halinde Oguz olup destanlanacağını sanan çoktan yerini başka düzlemlerde bulmuş bir dünyayı hiç olmayacak hayat gerçekliklerinin aykırısına hiç insanoğlunun binmediği atlarla ve kılıçlarla teziop tozarım sanan Necip Fazıl...Aslında Sarıkamışta O hayalin artık ne cehennem şeylere malolacağını yaşanmış hayat gerçekliğinden görüp okuyabilseydi...Bana Sorarsanız...Necip Fazıl yalnızca ve yalnızca dili per-perişana ancak gücü yeten 'Kaldırımlar' dan başka hiçbirşey yazmadı.
Hikmet Nazım dersen keza yine öyle, Sarı Nehir'deki Kızıl ordulara can yetiştirme telaşesine düşmüşken..Ve kendini cennet bahçesinde gezer sanıp Sarıkamış Karlı Kayın Ormanlarında sınırın bu tarafındaki yoksullluğun bertaraf ettiğine takıldığı çocuklara şeker vermeyi düşlerken...Keşke gele de göreydi...Afrika kölesinden devşirmeli Amerikalı bugünkü çocukların nasıl...Irak'lı...Somali'li...Afganistan'lı...çocukların üstüne başına cehennem şarjörleri boşalttığını...Sarı Nehir'li Kızılordu Yoldaşı Çin Halk Cumhuriyeti' nin nasıl bugün başta kendi insanlarını eze eze gammazlayarak nasıl dünya sömürgeciliğine iştah kabarttığını...Ve Putin yoldaşının nasıl Çeçen..Meçen yoluna her kim çıkarsa...şeker yerine başlarına misket bombaları yağdırdığını...
Türk toplumuysa bu sağlıklı gelişimini sağlayamamış; aslında öylesine şirketleşmiş hiç bir sosyal dokusu özelliğiyle bize benzemeyenlerin kimyasından parçaçıklar koparıp bize yamayan bu körkütüklükten nasıl ve niye beslendiğini sorup sorgulamadan...işin süsü, püsü, kalıbı , kılıfı, ve acaip süksesiyle ilgilenip zamanın tersine akıntılara inadına nefes kesen kürekler sallayarak salgından salgına bugünleri ipotek altına alan kopyası çoğaltılmış Necip – Nazım'lar kuluçkalığına yatırmıştır geleceğini.
....Bu çıkmazdan sürüklenerek günümüzü deşip dağıtıp kolsuz –kanatsızlığa kafesleyen diğer çok kopyalanmış Necip-Nazım'ları bu yazı serisinin bir sonrakine ve sonuncusuna devrederek...O zamana kadar, sonsuz sevgiyle.

Seyfi Karaca.........Şubat / 11
Seyfi Karaca4058 şiiri bulunuyor
Paylaşabilirsiniz:
2.5/5 Toplam verilen oy :
Ekleyen Kullanıcı : Seyfi Karaca