Şiir Tutkusu

Menü

Zaman

Ondokuz yaşında lise öğrencisi, hayatı toz pembe gören bir çağdaydım. Yıl, 1963 başlangıçları idi. Ayla ile arkadaşlığımız bir yıla yakın bir zamandır devam ediyor, gün geçtikçe bambaşka hisler bizi birbirimize görünmeyen iplerle bağlıyordu. O yıllar bizim için melankolik bir çağdı. Aşk ve şiir çağı… söylenmeyen hislerin şiir ve şarkı güfteleri ve melodilerle belirtilen bir çağı… Kurtuluşu olmayan bir hastalığın pençelerine kendini kaptırmış bir anneannenin, üzerine titrediği torununun yeni yeni başlayan sevgisinin aşka dönüştüğü ortamların içinde başlayan tomurcuklanmış bir duygunun sakat, ince ruhlu, mağrur bir genç kalbin zorlandığı çağlar… Sakattım.. Fakat Ayla’nın beni anlayışla görmesi, acıyarak değil, severek yakınlaşmasını engellemiyordu bu sakatlık. Bu benim için bitmeyen, evet hala bitmeyen bir aşkın doğmasına sebep olmuş; O’nun sesini duymadığım, yüzünü görmediğim zamanlar, için için görünmeyen gözyaşlarıyla ağlamıştım. O zamanlar gece lisesine devam ediyordum. Ayla da cici, tatlı bir kolej öğrencisi idi. Gündüzleri tiyatroda figüranlık yaparak birkaç kuruş evime katkıda bulunuyordum. O’nu da orada figüran olarak tanımış, sessiz, içli ve güzel yüzünü orada görmüş, neşelendiğimiz zamanlar şen kahkahalarını orada duymuştum. Orada konuşmuş; şiirlerden şarkılardan bahsetmiş, kulis aralarında, perde aralarında cıvıl cıvıl sesini kalbime nakşetmiştim. Kavaklıdere’deki kuğuların yüzdüğü parkta beraber oturmuş, günlerden, aylardan ve yine şiirlerden bahsetmiştik… Yine bir gün birbirimize söylenecek çok şey varken, söyleyemeden ayrılmış ve telefonda konuşuruz diyerek uzaklaşmıştık. Hislerimiz telefonda kulaklarımıza daha yakın oluyordu. Dakikalarca konuşuyor, konuşuyorduk. Sevgiden, sevmekten, şiirden ve melodilerden bahsediyorduk. O gün yine kalbim çarparak telefon numarasını çevirdim. Bir iki düdük sesi ve: - Alooo, ben Ayla, sesiyle, kalbimin gürültüsünü bastırarak cevap verdim: - Ben Erdener, Ayla... Nasılsın? Bak yine bir şiir yazdım bu gece… Dinlemek istersen okuyayım… - Tabi, tabi Erdener, oku dinleyeyim, kimbilir ne kadar güzel yazmışsındır. - Beni şımartıyorsun Ayla. Böyle dedikçe eziliyorum ve diyorum ki acaba güzel Ayla benimle şaka mı yapıyor? - Kat’iyyen Erdener. Ben senin ne kadar içli ve iyi bir insan olduğunu biliyorum. Ve senin de kendini toplum arasında uzak bir kişi hüviyetine bürünmeni tasvip etmiyorum. Şaka veya eğlence kelimelerini sil, at. Ne olur bana söyleme, beni üzdüğünü tasavvur edebiliyor musun bilmem? - Evet, Ayla. Saklanmayan bir his bu. Fakat senin sesinden, senin dudaklarından beni kendime güvendirecek kuvveti bulmak kadar güzel bir şey olamaz… Sahi, sana şiirimi okuyacaktım. Hani size geldiğimde masadaki vazoda kırmızı bir karanfil vardı ya, ben onu sana şaka olsun diye vazoya tersine batırmıştım. Ve sen de üzülmüştün. İşte ondan sonra bir pişmanlık sardı ki beni sorma. Bu gece rüyamda o kırmızı karanfili gördüm. Hüzünlüydü. Boynu bükülmüş duruyordu. Senin üzgün halin şimdi karanfile aksetmişti. Bu şiirimin ilhamı bütünüyle sendin. - Ne kadar ilginç. Demek bir anlık benim üzüntüm seni bu kadar içli yaptı, ilhamın bu oldu demek. Ne güzel, oku, oku dinleyeyim Erdener., mutlu olurum dinledikçe. - Seni mutlu etmek ne güzel Ayla. Hele senin ilhamınla yazılmış bir şiirin duygusu benim kalbimde oldukça. Ama… Ama Ayla, bu şiiri dinleyince hüsrana düşebilirsin. - Neler söylüyorsun anlayamadım? ? ? - Demek istiyorum ki… Neyse, neyse bak dinle… okuyorum. Şiirimi bölüm bölüm okudum. Serbest vezinle yazmıştım. Birkaç bölümdü. Şiirin kahramanları küçük tatlı bir kız ile kırmızı bir karanfilin arasında başlayan çocuksu ve gittikçe anlamlar taşıyan bir sevgiyi sembolize ediyordu. Dalından kopan karanfil, küçük kıza o kadar bağlanmıştı ki, onu gördüğü yere başını çeviriyor, onun dokunuşlarıyla coşuyor, vazoya her tazelenen su ile sevgisi tazeleniyordu. Bu sevgiden yeni yeni tomurcuklarını açmak üzereydi. Bundan sonraları küçük kız bıktığı bir oyuncak gibi onu da unutmuştur. Vazoda kendince yalnız bırakmıştır. Ve bir gün bir yabancı eve geldiğinde pencereden dışarı atmak istiyordu, atıyordu küçük kızın gözleri önünde… kırmızı karanfil düştüğü yerde son hayat kokularını dağıtırken, kırmızı yapraklarının arasında bir şebnem tanesinin parıldayarak yere süzüldüğü görülüyordu. Bu, kırmızı karanfilin başlayan bir ayrılığının göz yaşıydı belki. Sevgiyle başlangıç, ayrılıkla sonuçlanmıştı… Bir müddet sessizlik oldu… - Sonu ayrılık ve göz yaşı. Niçin böyle yazdın? Güzel, çok güzel… Ama hüsranlı bitirmeyecektin… Duygularımın ne olduğunu anlatamayacağım Erdener… - Dedim ya, bir ilham ve rüya sonucu bu. Şiiri, tarifsiz duygularımın tesiri altında, ellerimde kalemim, bilinmeyen bir içgüdüyle, kağıt üzerine şekillendirmiştim. Sana gülünç gelebilir ama, belki de bir ayrılığın, ayrılığımızın anlamıdır bu… - Neler diyorsun? Aklından sil böyle düşünceleri. Bir şiirin hüzünlü sonucu ile bizi mukayese edemezsin. Hayır! Bunlar hep senin o ince duygularının eseri… Aramızdaki bağların böyle kopacağına inanamam. Her halde okuduğun romanlardan, gördüğün filmlerden esinlenerek söylüyorsun. - Zaman bizden daha iyi bilir Ayla. İçimdeki bir his devamlı zorluyor beni. Düşünmek bile istemiyorum ama olmuyor. Bütün böyle acı düşünceleri unutmak elimizdedir. İstersen bir işin yoksa Ulus Meydanı’nda, Anıt’ın altında saat 16:00’da buluşalım. Hem dolaşır, hem de iyi ve güzel şeylerden bahsederiz, olmaz mı? - Geleceğim, yarın saat 16:00’da Ulus Meydanı’nda buluşuruz. Senin ders saatine kadar dolaşırız… - Peki o halde, bekleyeceğim seni Ayla, hem de sabırsızlıkla… Ertesi gün takvimler 1 Şubat 1963 Cuma gününü gösteriyordu. Ramazan ayı olması ve iftara yakın saatlere gelmesi nedeniyle Ulus Meydanı daha kalabalıktı. İşinden çıkan evine gitmeden alış verişini yapıyor, dükkanlar müşterilerle doluyordu. O gün okulda Fizik dersinden yazılı sınavımız vardı. Sabahtan öğleye kadar ders çalıştım. Öğleden sonra Ulus’taydım. Vakit daha vardı. 16:00’ya doğru buluşacağımız yere gelmiştim. O an bir gürültü kulaklarımızı tırmaladı. Başlarımızın üzerinden ışıl ışıl üzerimize konfeti taneciklerinin düştüğünü fark ettim. Özel bir gün değildi bu gün ama, “ nedir? ? ? ” demeye kalmadı bir insan seli ile beraber o tarafa koşmaya başladım. Ulus Giması’nın karşısında yolda simsiyah bir duman, hortum şeklinde semaya yükseliyordu. Gördüğüm manzara dehşet vericiydi. Ankara üzerinde uçan bir planörümüz ile yabancı bir yolcu uçağı çarpışmış ve yolcu uçağı Hükümet Meydanı’na yakın bir yere, bir bankanın üzerine düşmüştü. Bu duman, yer altı havagazı şebekesinin tahrifata uğramasıyla çıkan gazların tutuşması sonucuydu. Yanmış ve erimiş insanlar,,, kopmuş eller, bacaklar, uzuvlar ve yerde sahipsiz sırmalı pilot şapkaları… Hava basıncından dolayı giysileri erimiş çırılçıplak kadınları, sirenin acı çığlıkları arasında, sırtlarındaki paltoları çıkarıp örtmeye çalışan yurttaşlar, polis ve itfaiye ekipleri… Bir mahşer sanki Ankara… Dante’nin Cehennem’inin küçük bir simgesi. Yanan, eriyen insanların tiksindirici kokuları, buharlar, toz, dumanlar, dumanlar… Patlayan havagazı borusundan yükselen siyah, simsiyah kalın bir duman sütunu…Çığlıklar, çığlıklar, ağlayanlar, ağlamaklı olup ağlayamayanlar… Gözlerinin canlılığı kalmış bir erkek vücudu, sedye ile ambulansla taşınıyor. Her tarafı erimiş. Fırlamış gözleriyle ne olduğunu anlayamamışlığın hayreti ile karışık bakıyor. Görüyor mu bilmiyorum. Ne olduğunu bilmeden oradan oraya koşuşanlar, insan zerreleri, polis düdüklerine karışan siren sesleri, çığlıklar, çığlıklar, tırmalanan kulaklar, koşuyorum, nereye bilemiyorum, aksi istikamete koşuyorum, kaçıyorum… Atatürk Lisesi’nin pencerelerinden seyrediyoruz duman sütununu. Siyah, simsiyah, yükselmekte hala…Bu siyahlığı ile matem elbiseleri giydirmiş olay yerine… Çığlıkların akisleri kulaklarım tırmalanıyor, içim ezik, titriyorum, titriyoruz… Sınav kağıdını cevapsız olarak tekrar masaya bırakıp kendimi evde buluyorum… Gece, bitmeyecek gibi başlayan bir gece, kah sıçrayışlarla bölünen ağırlık, sayıklamalar ve sabahın nasıl geldiğini bilemiyorum… İçim ezik, bir tuhaf düşüncelerim ve düşüncelerimde yanan, eriyerek kaçışan insanlar, insanlar… Akşam üzeri yine titrek parmaklarımla telefon numarası çeviriyorum…Sesini duyunca biraz olsun bu kabustan uyanırım diyorum. Ahizede sinyaller… sinyaller… ve neden sonra içimi titreten ses: - Ben Ayla… Titrek, derinden gelen, boğuk bir ses, benzemeyen, alışageldiğim ses değil o ses. - Ben oradaydım Ayla, bak gazeteler hep yazmış, bilemezsin sen kadar üzüntülüyüm şu anda… hiç olmazsa seni… Fısıltı halinde cevap verdi konuşmamı bitirmeden: - Ya ben, ben, ben nasılım? ? ? Hıçkırık, ilk hıçkırığını duyuyordum. Her halde hadiseyi o da benim gibi görüyor olmalıydı. Tekrar sesini duydum: - Babam, babam Erdener… Dehşet içinde kaldım. Bir de bu üzüntü ile karşı karşıyaydım. Babası çok iyi bir insandı. Ulus’ta bir bankada çalışıyordu. Sessiz ve kendi halinde bir adam, iyi bir adam… - Babanın rahatsızlığı arttı mı Ayla, söyle ne oldu, ne oldu? Hayatımda hiç unutamayacağım kısacık üç kelimeyle hıçkırıkları karıştı telin öbür ucunda.. - Orada babamı kaybettim! Ahize, titreyerek elimden kaydı, oda gözlerimin önünde döndü, döndü… Cevap veremedim, hiç konuşmak, tek kelime söylemek istemiyordu dudaklarım. Tüm teselliler faydasızdı artık. Teselli edemezdim. Alışacak ve alışacaktım, zamanın geçmesini bekleyecektim. Telefon kapanmıştı. Ertesi ve diğer günler biraz acısının dinmesi için tolerans bıraktım. Sakinleşmesini beklediğim için başsağlığına gidemedim. Acısının biraz dinmesini, biraz da olsa bu ebedi ayrılığa tahammül edebilecek bir ortama gelmesini bekledim. Evlerinin kapısını çaldığımda, tanımadığım bir kadın çıktı. Teyzesinin gelip onları götürdüğünü söyledi. Adres bırakmamışlardı. annesiyle birlikte teyzesinin evine taşındığını söyledi. Ankara büyüktü ve gittikçe ufalmıştım bu haberden sonra... Nerelere sordum, nerelere haber bıraktıysam hiç birinden haber alamadım… Bildilerse de söylemediler ve içimde başlayan buruk bir acıyı sızı sızı duymaya başladım… Kolej öğrencilerinin dağıldığı saatlerde çok bekledim, göremedim… Tiyatrodan da ayrılmıştı. Ben de tiyatrodaki figüranlığımdan ayrıldım. Çalışmak, okumak ve ona ulaşabilmek için ilimleri fersah fersah kat’etmek istiyordum. İkmale kaldığım Fizik imtihanına gireceğim 16 Haziran 1963 tarihinde anneannemi kaybettim…. Yalnız, yapayalnız kalmıştım. Bir canlı olarak nasıldım bilemiyorum ama acılar içinde yüzen, kara parçasına ulaşmak isteyen bir kazazede gibi bir sonbahar yaprağı gibi savrulup gidiyordum… Ankara’dan uzaklaşmak, kaçmak, Ankara’yı görmemek istiyordum. Bunca acıdan sonra Ankara benim şehrim, çocukluğumun geçtiği, gençliğime ulaştığım, hicranlı bir aşkı gömdüğüm şehir olamazdı. Ayla’yı çok aramıştım, bulamamıştım… bulsam da ona söyleyecek güzel şiirlerim yoktu artık. Mırıldandığımız melodiler, aşkımızın simgesi Kuğulu Park yoktu artık… Yanmış, erimiş insanların dumanlarından güfteler, çığlıklarından besteler vardı aramızda. Ve küçük kız, kırmızı karanfili unutmuştu demek ki. Ama ben unutamadım. İstemediğim bir dönmeyişle gittiğim Diyarbakır’ın küçük bir ilçesi olan Çınar’da yağmur damlaları, toprak damlı odamı okşadıkça gaz lambasının titrek ışığında hala onun sevgisiyle kaleme aldığım mısralar o meşum gün başımın üzerinde uçuşan kan ve et parçacıkları gibi pırıl pırıl uçuşmakta, aylarca Ayla’dan uzak kaldığım o küçük güneydoğu ilçesinde onun anılarıyla haşır neşir kalakaldım. Yıllar sonra yine Ankara’daydım… Hürrem; Ayla’nın benliğinde… Ayla; Hürrem’in şekillendiği biçimde ruhumu alt üst ederek ikisinin ortak sevgisiyle kaynaşmış olarak, ikisini bir tek vücutta birleştirmiş olarak Ankara’daydım… Gözlerim her gezindiğim yerde Ayla’yı arasa da bulamıyordu. Sırma saçlı, yeşil gözlü bir sevgiliden hicranlı ayrılışımın hasretini tekrar O’na kavuşarak gidermek istiyordum. Ben onu yitirmiştim ama, “Kırmızı Karanfil’in Aşkı “ yitmemişti. Mısra mısra, buram buram onun hatırasıyla şiir defterimin sayfalarını doldurmuştu. O mısralar O’nundu. Hala kor halinde yanan bir sevginin eşiğinde olduğumu biliyorum. Fakat aramız o kadar uzak ki Ayla, sana ermek istesem de eremiyorum. Koşullarımız o günkü koşullar değil artık. Belki şimdi sen, eşinin eve dönmesini bekleyen bir eş, belki de yavrularına karanfil demetleriyle örülmüş, güzel masallarla, melodilerle ninni söyleyen, ardından siyah önlüklerinin içinde okula uğurlayan bir annesin. Aşkımızın, çocukluktan gençliğe geçiş dönemlerimizin melodisi “ La PALOMA “ her çalışta senin gülümseyen dudaklarında, gözlerimizde birbirimizi gördüğümüz o Kuğulu Park’ın kanepelerinde ellerimizin birleştiği akşam üzeri serinliklerinde tatlı anılarıyla yüzünü, şen gülücükleri ve yine seni düşünüyorum. Ve belki de Ayla sen, gördüğüm her iyi, saf kalpli insanlarda şekillendin şimdi… Ve sen, kilometrelerce uzakta kalmış Ayşe’lerin, Hürrem’lerin sevdasına beni alıştırmış olmalısın ki, gönül sarayımın tahtında yuvarlak bir masada ayırt edilmeksizin oturmaktasın… Sen Ayla, sen onların Ana Kraliçeleri gibi başında, halelerle İsa’yı bağrına basan Meryem misali elinde bir kırmızı karanfille, hüzünlü bakışlarını uzaklara bükmüş olarak canlı bir tablo gibi yılların tozlu, kalın duvarlarını süslemektesin. Suya atılan taşın bıraktığı halkalar gibi sen kolej öğrencisi cici Ayla.. Karagözlerin, uzun, siyah saçlarınla büyür, genişler, taa hicranla kavrulmuş ruhumun derinliklerinde takılır kalırsın. Yıllarca taşıdığım fotoğrafın, üzerimde bulunduğunda sobaya atılıp yakıldıktan sonra bile seni çılgınlar gibi ürperen duygular içinde sevdim… sevdim… sevdim… Yakılan resmin gönül pınarlarımın duvarlarınca şekillendi. Mona Liza gülümsemen tüm esrarıyla benliğime nakşolarak sisler ardında ulvi bir nağmelerin arasında bestelenerek her seninle dolu olduğum günlerde sudaki halkalarca biteviye büyüdü gitti… Ve bu gün 1 Şubat 1975 Cumartesi… Aradan geçen 12 yıl bile ölmeyen aşkımı aynı tazelikle muhafaza etmekte, hasret denilen ayrılık acısının burukluğunu aynen hissetmekteyim. Ve biliyorum ki, karşılaşsak bile belki birbirimizi tanımamazlıktan gelecek, gözlerimizi belli belirsiz birbirimizden kaçıracak ve o güzel anılarımızı bir an olsun beraber hatırlayacağız… İkimizin de yolları şimdi apayrı… Başka dünyaların iki ayrı insanıyız. Ben yolumca, sen yolunca muttasıl gideceğiz. Bu yollardaki karlı dağlardan uçuşan beyaz kar taneleri, saçlarımıza sinsice dolacak, saçlarımız yıların ve yolların ezikliğince aklanacak olsa bile yine seni titreyen güçsüz dudaklarımda dökülen acı anılarımda bulacağım. Ve belki de, sen gördüğüm her iyi insandaki uysallığın, ilhamımdaki bir perisin şimdi… 01 Şubat 1975 Muhip Erdener SOYDAN Kazan/ ANKARA BASINDAN: -1 Şubat 1963. Middle East Airlines’a ait Vickers Viscount tipi yolcu uçağı Ankara üzerinde, Türk Hava Kuvvetlerine ait C-47 Skytrain askeri yolcu uçağıyla çarpıştı. 120 kişi hayatını kaybetti.
Muhip Erdener SOYDAN98 şiiri bulunuyor
Paylaşabilirsiniz:
2.50/5 Toplam verilen oy : 2
Ekleyen Kullanıcı : Muhip Erdener SOYDAN